21.yüzyılın enerji dönüşümü, yalnızca fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjiye geçişle değil, aynı zamanda bu dönüşümü mümkün kılacak kritik minerallerin güvenliği ile tanımlanıyor. Lityum, nikel, kobalt, bakır, grafit ve nadir toprak elementleri; güneş panellerinden elektrikli araç bataryalarına, rüzgâr türbinlerinden yarı iletkenlere kadar modern teknolojilerin temel yapı taşları hâline geldi. 2024 yılı itibarıyla küresel lityum talebi bir önceki yıla göre %30 artarken, nikel ve kobalt gibi batarya metallerinde de %6–8 aralığında büyüme kaydedildi. Bu eğilim, enerji sektörünün hızla elektrifikasyona yöneldiğini ve kritik minerallerin artık sadece sanayi değil, enerji güvenliği politikasının da merkezinde yer aldığını ortaya koydu.
Ancak bu büyümenin ardında ciddi bir jeoekonomik kırılganlık yatıyor. Üretim ve işleme süreçleri birkaç ülkenin elinde yoğunlaşmış durumda. Çin, küresel rafinaj kapasitesinin yaklaşık %80’ini kontrol ederken, Endonezya nikel, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ise kobalt üretiminde başat konumda. Bu üç ülke birlikte, enerji teknolojilerinde kullanılan temel metallerin neredeyse dörtte üçünü sağlıyor. Bu yüksek coğrafi yoğunlaşma, arz güvenliğini tehdit eden en önemli unsur olarak değerlendiriliyor. Bir ülkedeki siyasi, çevresel veya ticari bir kriz, küresel tedarik zincirinde domino etkisi yaratma potansiyeline sahip. Bu nedenle, enerji güvenliğini yalnızca petrol ve doğal gaz boru hatlarıyla sınırlı görmek artık yetersizdir; “maden bağımlılığı”, yeni nesil enerji diplomasisinin belirleyici unsuru hâline gelmiştir.
Dünyada arzın bu denli dar bir coğrafyaya sıkışması, politik gerilimleri ve ticaret kısıtlamalarını da beraberinde getirmiştir. 2024’te Çin’in galyum, germanyum ve antimuan ihracatına getirdiği kısıtlamalar, elektronik ve savunma sanayilerini derinden etkilemiştir. 2025’in başlarında ise bu listeye tungsten, tellür, bizmut, indiyum ve molibden eklenmiş, ayrıca bazı nadir toprak elementlerinin ihracatı da sınırlandırılmıştır. Aynı dönemde, Kongo Demokratik Cumhuriyeti düşük fiyatları dengelemek amacıyla kobalt ihracatını dört aylığına askıya almıştır. Bu kararlar, kritik minerallerin yalnızca ekonomik değil, jeopolitik bir güç aracı hâline geldiğini göstermektedir. Tedarik zincirleri artık yalnızca ekonomik verimlilik üzerine değil, stratejik dayanıklılık ve bölgesel çeşitlilik ilkelerine göre yeniden şekillenmektedir.
Bu gelişmeler karşısında ABD, Avrupa Birliği, Kanada ve Avustralya gibi ülkeler yeni politika araçlarını devreye sokmuştur. Avrupa Komisyonu, “Kritik Hammaddeler Yasası” kapsamında 47 stratejik projeyi öncelikli ilan etmiş; ABD yönetimi, yerli üretimi artırmak için yeni yürütme emirleri yayımlamış; Avustralya ve Kanada ise kamu fonlarını kullanarak maden arama ve işleme yatırımlarını teşvik etmiştir. Ancak bu politikaların başarısı, sadece sermaye desteğine değil, uluslararası iş birliği ve teknoloji paylaşımına da bağlıdır. Zira sermaye maliyetleri, alternatif üretim bölgelerinde hâlâ yüksek olup, rekabet edebilmek için yenilikçi finansman modelleri ve uzun vadeli alım garantileri gerekmektedir.
Bu noktada, teknoloji ve inovasyonun rolü giderek artmaktadır. Yapay zekâ tabanlı maden arama teknikleri, doğrudan lityum ekstraksiyonu ve atık maden sahalarının yeniden değerlendirilmesi gibi yöntemler, hem maliyetleri düşürmekte hem de çevresel etkileri azaltmaktadır. Rafineri süreçlerinde karbon ayak izinin düşürülmesi, geri dönüşüm teknolojilerinin geliştirilmesi ve izlenebilirlik sistemlerinin yaygınlaşması da sürdürülebilir madenciliğin yeni standartları hâline gelmiştir. Bu yenilikler, hem çevresel hem de jeopolitik riskleri azaltarak küresel tedarik zincirlerinin dayanıklılığını artırma potansiyeli taşımaktadır.
Küresel ölçekte, kritik minerallerin fiyat dalgalanmaları da ciddi bir ekonomik belirsizlik yaratmaktadır. 2023’te sekiz kat artan lityum fiyatlarının 2024’te %80 düşmesi, piyasaların ne kadar kırılgan olduğunu göstermiştir. Bu oynaklık, yatırım kararlarını zorlaştırmakta, yeni maden projelerinin finansmanını riske sokmaktadır. Özellikle küçük ve orta ölçekli madencilik şirketleri, fiyat istikrarsızlığı karşısında ayakta kalmakta zorlanmaktadır. Bu durum, arzın yine büyük aktörler etrafında toplanmasına yol açarak çeşitliliği azaltmaktadır.
Türkiye’nin Stratejik Rolü
Türkiye, enerji geçişinin gerektirdiği bu yeni madencilik düzeninde jeostratejik bir avantaja sahiptir. Coğrafi konumu itibarıyla Avrupa, Orta Doğu ve Asya pazarlarının kesişim noktasında yer alan ülke, hem maden rezervleri hem de ulaşım altyapısıyla önemli bir tedarik zinciri merkezi olma potansiyeli taşımaktadır. Bor, nikel, krom, feldspat, lityum ve nadir toprak elementleri bakımından zengin yataklara sahip Türkiye, bu kaynaklarını enerji dönüşümünün hizmetine sunacak politikaları son yıllarda hızla geliştirmektedir.
Türkiye’nin Eskişehir’de devreye aldığı bor karbür tesisi ve pilot ölçekli lityum üretim tesisleri, bu stratejinin somut adımlarıdır. Ayrıca Eti Maden ve TÜBİTAK iş birliğinde yürütülen yerli lityum karbonat üretimi, batarya teknolojilerinde dışa bağımlılığı azaltma yönünde önemli bir aşamayı temsil etmektedir. Türkiye aynı zamanda AB’nin “yeşil sanayi” hedefleri doğrultusunda, karbon nötr üretim süreçlerine entegre olma çabasındadır. Bu çerçevede, sürdürülebilir madencilik uygulamaları ve atık geri kazanımı teknolojileri giderek yaygınlaşmaktadır.
Jeopolitik olarak Türkiye, kritik minerallerin taşındığı enerji koridorlarının da merkezindedir. Hazar’dan Avrupa’ya uzanan doğal gaz ve enerji hatları, gelecekte maden ve yarı mamul ürün taşımacılığı için de kullanılabilecek stratejik altyapılar sunmaktadır. Türkiye’nin Orta Asya ülkeleriyle geliştirdiği diplomatik ve ekonomik ilişkiler, özellikle Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan gibi maden zengini ülkelerle ortak rafinaj ve işleme yatırımları için fırsatlar doğurmaktadır.
Sonuç olarak, enerji dönüşümünün geleceği yalnızca teknolojik ilerlemeye değil, kritik minerallerde stratejik öngörüye de bağlıdır. Türkiye, bu yeni dönemde hem üretici hem de transit ülke olarak rolünü güçlendirebilir. Doğru politikalarla, maden kaynaklarını sürdürülebilir biçimde değerlendirirken, küresel tedarik zincirlerinin güvenilir ortağı hâline gelebilir. Bu yaklaşım, Türkiye’nin enerji stratejisini sadece arz güvenliği temelinden değil, yeşil büyüme ve bölgesel liderlik perspektifinden de yeniden tanımlayacaktır.
Yorumlar